SEYYAR SATICILARIN ÖTEKİ YÜZÜ
İkamet ettiğim semt
olan Bakırköy’den İstanbul’un merkezi sayılan Fatih, Beyazıt yönüne belediye
otobüsü ile hareket ediyorum, kafamdaki türlü sorularla… Yarım saatlik bir
yolculuğun ardından otobüs Beyazıt, yönüne yaklaşıyor. Yaklaştıkça heyecanım
daha da artıyor. Trafik sıkışık ancak Beyazıt, durağına yaklaştıkça daha da
sıkışıyor adeta adım, adım ilerliyoruz. Bende bu sırada insanları ve etrafı
izliyorum. Dikkatimi mimari yapısı ve asil duruşuyla Laleli Camii,( 1760-1763 yılları arasında Osmanlı padişahı III. Mustafa tarafından inşa ettirilmiş.) çekiyor. Gerçekten tarihe meydan
okuyan bir görünümü var. Hayranlıkla seyrediyorum. İlerledikçe Etraftaki iş hanları
ve dükkanlar da Arapça, Rusça ve
İngilizce yazılar hemen göze çarpıyor. Bunun nedeninin Beyazıt’ın tarihi yapısı
nedeniyle turistlik bir yer olmasına bağlıyorum. Yol gidiş geliş olarak ikiye
ayrılmış ve dar kaldırımlarda insanlar yola taşarcasına yürümeye çalışıyorlar.
Yolu ortadan adeta ikiye ayıran Tramvay da hemen göze çarpıyor.
Nihayet Beyazıt’a
varıyorum. Otobüsten inerken soğuk hava yüzüme çarpıyor irkiliyorum. Beyazıt da
çok sayıda seyyar satıcı var. Hangisinden başlayacağımı bilemiyorum. Sadece
yürüyorum yavaş ve ağır adımlarla, yürüyüşümde bir tuhaflık yok. Ayaklarım
beynime değil, beynim ayaklarıma uyuyor sadece…
Beyazıt sokaklarını
arşınlarken, kestane satan bir yaşlı amca gözüme takılıyor. Kendisiyle konuşmak
istesem de Cumartesi günü olduğundan neredeyse bütün seyyar satıcılar gibi oda
yoğun ve müşterisini bırakıp benimle ilgilenemeyeceği kanısına kapıldığımdan
izlemekle yetiniyorum sadece bir umutla… Yaşlı amcanın yüzü yılların
zorluklarını adeta üzerinde taşırcasına çizgi, çizgi olmuş, elleri buruş,
buruş, kahverengi ceketi ve rengi belki zamanında beyaz olan ancak şimdiki
haliyle krem rengini almış takkesiyle sanki bu devire ait değilmiş hissi
uyandırıyor. Havanın soğuk ve Rüzgarlı olması nedeniyle sık, sık ellerini
birbirlerine sürterek bir yandan ısınmaya çalışıyor, bir yandan da kestane
fiyatlarını soran iki genç bayana cevap veriyor. Yaşlı Amca’nın hemen
arkasındaki bir metrelik mesafedeki kaldırım
taşına oturmuş solmuş pardesüsü ve eski eşarbıyla hemen yanı başında
oturan hareketlerinden eşi olduğunu tahmin ettiğim yaşlı Teyze Yüzünü
buruştura, buruştura kucağındaki sefer tasını açmaya çalışıyor. İki bayanın
gitmesini beklerken, Başı daha da kalabalıklaşan kestaneci amcayla konuşma
fırsatı bulamadan oradan ayrılıyorum.
Merdivenlerden ağır,
ağır çıkarak Beyazıt camiinin ( İstanbul'un
Beyazıt semtinde Sultan II.
Beyazıt tarafından yaptırılmış
ünlü bir cami.) bulunduğu yere doğru ilerliyorum. İşte burası tamda
seyyar satıcıların adeta üst üste tezgah açtıkları işportanın ve alışverişin
merkezi diyebileceğimiz bir yer.
Buradaki seyyar satıcıları dikkatle izliyorum.
Hepsinin yüzünde farklı bir ifade var; sanırım bu yaşam mücadelesinin her
insandaki farklı yansıması…
Eşarp satan bir seyyar
satıcının yanına ilişiyorum hemen, birkaç sorum olduğunu usulca kendisine
dillendiriyorum. Oda hafif bir tedirginlik ile kabul ediyor. Hemen lafa
giriyorum.
‘ ’ Bu soğukta
işportacılık yapmak zor olmuyor mu ? ‘’ Neden bir yerde çalışmıyorsunuz da
işportacılık yapıyorsunuz ? ‘’
‘’ Valla ne bileyim
işte, ben 45 yaşındayım bu saatten sonra ben ne iş yapayım. ’’
‘’ Peki, ağabey kaç
senedir bu işi yapıyorsun. ‘’
‘’ On yıldır yapıyorum
‘’
‘’ Ne gibi zorluklarla
karşılaşıyorsun bu işi yaparken ‘’
‘’ Belediye gibi…’’
‘’Sizi burada rahatsız
eden bir grup v.s var mı ? ‘’
‘’Yok…’’
‘’ Son zamanlarda işportacılık
da gözle görülür bir artış var mı ? ’’
‘’ Azaldı eskiciler
arttı, ikinci el satıyorlar meydan da ‘’
‘’ Burada sınırların
açılmasıyla çok sayıda Suriyeli geldi. Onlarda bu işe el atıyorlar mı ? ‘’
‘’Yok ya… Senagalli
zenciler bu işi yapıyorlar. Beyazıt da yüzde seksen onlar pazarda, yer bile
bulamıyoruz.’’ (gülümsüyor)
‘’ Peki burada herkesin
yeri belli mi ? Yerleşimi nasıl yapıyorsunuz ? Mesela sizin burada tezgahınız
var. Ertesi günü başka biri buraya tezgah açabilir mi ? ‘’
‘’ Erken geliyoruz
işte, sürekli geliyoruz, her zaman buradayız. Meydanda erken gelirsen yer
bulursun yoksa bulamıyorsun. Şimdi doldu mesela biraz sonra yer bulunmaz. ‘’
‘’ Sigortanız bir
sosyal güvenceniz var mı ? ’’
‘’ Yok şu an.. ‘’
‘’ Peki evli misiniz ?
’’
‘’ Evet ’’
‘’ Çocuk var mı? ‘’
‘’ Var ’’
‘’ Onların hiçbir
sosyal güvencesi yok yani ‘’
‘’ Yeşil kart ‘’
‘’ Zor olmuyor mu bu
şekilde peki ‘’
‘’ Zor oluyor da ne
yapalım ? ‘’
‘’ Çocuklarınız
okuyorlar mı ‘’
‘’ Okuyorlar ‘’
‘’ Kaça gidiyorlar ‘’
‘’ Hepside var işte…
Üniversiteli var, Liseli var. Beş taneler ‘’
‘’ Allah bağışlasın ‘’
‘’ Bende Üniversite
öğrencisiyim, Üniversite okumak ne yazık ki bir hayli masraflı nasıl bu şekilde
okutuyorsunuz çocuğunuzu size yetiyor mu kazandığınız ? ‘’
‘’ Ben Malatya’dan
geliyorum. Aslen çiftçiyim ben bir iki ay öyle takılıyorum. ‘’ diyor. Bende
zaman ayırdığı için teşekkür edip ayrılıyorum, bu güzel insanın yanından…
Beyazıt’da ki keşfime
devam ediyorum merakla… Yürümeye başlayınca fark ediyorum ki, Soğuktan
ellerimin rengi kırmızıya dönmüş, ayaklarım buz kesmiş, yüzüm donmuş… Hava
gerçekten soğuk… Ben sadece bu yazıyı yazmak için bir günlüğüne bu soğuk havaya
maruz kalıyordum ama onlar…
Beyazıt’da ne ararsanız
var. Formadan ayakkabıya, pantolondan süs eşyasına, şapkadan bereye, saatten
parfüme, cüzdandan eşarba, çocuk oyuncaklarından montlara, bıçakdan ok ve yay’a
kadar satılan çok çeşitli eşyalar göze çarpıyor.
Yine muhabbet edip,
müşteri bekleyen üç dört kişi gözüme çarpıyor. Yanlarına gidiyorum ve
başlıyorum konuşmaya…
‘’ Seyyar satıcılık
yapmak zor olmuyor mu ? ‘’
‘’ Zor olmaz olur mu ?
Soğukta duruyorsun bir, müşteri geliyor mu ? gelmiyor mu ? iki, bekle babam
bekle bir gün iyi oluyor, bir gün kötü oluyor, iş bir gün oluyor bir gün
olmuyor. ‘’
Başka bir arkadaş lafa
giriyor.
‘’ Bir gün oluyor beş
gün olmuyor.’’
‘’ Örneğini söylüyorum.
O lafın gelişi bir gün oluyor on gün olmuyor. Zabıtalarla kovala babam
kovalasın, yakaladı mı mallar gidiyor. ‘’
‘’ Rahatsız ediyorlar
mı ‘’
‘’ Mallar gidiyor ‘’
‘’ Peki, ben birkaç
arkadaşla da konuştum, Suriyelilerin ve Senegallilerinde bu işi yaptıklarını
ancak onlara Zabıtaların karışmadığını söylediler. Bu ne kadar doğru ? ‘’
‘’ Kendi vatandaşına
zulüm onlara kimse karışmıyor. ‘’
‘’ Kaç senedir
yapıyorsunuz burada bu işi ? ‘’
‘’ Vallahi yirmi
senedir buradayım ‘’
‘’Peki buradaki
işportacılarda artma veya azalma görüyor musunuz son zamanlarda ?’’
‘’ Azalma zaten hiç yok
‘’
‘’ Sigortanız veya
sağlık güvenceniz var mı ?’’
‘’ Yok… ’’
‘’ Peki, evli misiniz
çocuk falan var mı ? ‘’
‘’ Var… Hepimiz
acımızdan ölüyoruz. Akşam bekliyoruz ki bir ekmek götürelim beraber yiyelim.
Bir çorba kaynasın. Suriye sınırını açmışlar onlara yardım ediyorlar ya biz.
Rahmetlik Özal’da (Turgut ÖZAL, Türkiye'nin 45. ve 46. dönem hükûmetlerin de Başbakanlık yapmış ve ardından sekizinci Cumhurbaşkanı seçilerek, görevi başında hayatını kaybetmiş olan Türk siyasetçisi ve devlet adamıdır.) göçmenlere
kapıları açtı. Bak şimdi çarşının yarısı onların ‘’
‘’ Biz vatandaşıyız, aç
kalacağız… Otur ağabey rahatına bak…Bir çay söyleyeyim... ’’
Teşekkür edip yapmam
gereken işlerimin olduğunu söyleyerek oradan ayrılıyorum.
Yoluma devam ederken el
arabalarıyla Arnavut kaldırımlarından hızlıca giden ve bir takım eşyalar
taşıyan insanlar gözüme çarpıyor ve insan sesleri arasında o el arabalarının
çıkardığı ses adeta oranın bir fonu gibi vuruyor kulaklarıma…
Oda ne deminden beri
neredeyse her konuştuğum işportacının, şikayetçi olduğu Zabıtalar geliyor, ufak
bir araçla, birkaç kişiyi gözüne kestirmişcesine, pazarda çok fazla olmasa da
bir hareketlilik baş gösteriyor, Ansızın…
Neyse ki bu hareketlilik
fazla sürmüyor, Zabıtanın ayrılmasıyla…
Yine başka bir seyyar
satıcının yanında alıyorum, soluğu mu…
Bazı işportacılar
konuşmak istemiyorlar. Konuşmaya çalıştığım bir işportacı, ‘Ben bu işlerden
anlamam git bak oradaki arkadaş konuşmayı sever. ‘’ diyerek. Topu başkasına
atıyor.
‘’ Hangi arkadaş diye
soruyorum ‘’
‘’ Lan Nazım, elini
kaldır bakayım ‘’ diyor. Nazım elini kaldırıyor…
‘’ Bak işte o arkadaş
diyor ‘’
Sanırım biraz önce
gelen Zabıta sebebiyle Nazım, da o sırada bir arkadaşıyla birlikte içi telefonlarla
dolu olan ve önü cam ile kapatılmış tahta kutuyu kaldırıp yerini değiştiriyor.
Bekliyorum…
Tekrar ilk konuştuğum
arkadaşa bakarak.
İşportacı ‘’ Nazım
arkadaşa yardımcı ol ‘’ diyor ve nihayet bende Nazım Bey’e yöneliyorum.
Soruları mı soruyorum…
Nazım Bey, bir karşıda
dört, beş metrelik mesafede duran arkadaşına bakıyor, bir bana bakıyor şaşkın
ifadelerle…
Sonun da Nazım Bey, ‘’
Ben anlamam ağabey ‘’ diyor ve arkadaşına bakıyor. Arkadaşı ise kıs kıs
gülüyor. Teşekkür edip ayrılıyorum.
Artık saatin bir hayli
geç olması ve soğuk hava yüzünden Beyazıt’dan ayrılmak için yürüyorum. Burada
eski para, kitap, kartpostallar, anfi, teyp hatta masaj yağı bile bulmanız
mümkün.
Kim bilir belki
Beyazıt’ı Beyazıt yapan, tarihi geçmişinin yanında işportacılardır. Kimilerine
göre turistlik yer, kimilerine göre manevi değerler taşıyan özel yer,
kimilerine göre ekmek kapısı, kimilerine göre alışverişin merkezi, kimilerine
göre yaşamın adresi…
Burhan SANUK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder