3 Eylül 2015 Perşembe

SEYYAR SATICILARIN ÖTEKİ YÜZÜ


   SEYYAR SATICILARIN ÖTEKİ YÜZÜ

İkamet ettiğim semt olan Bakırköy’den İstanbul’un merkezi sayılan Fatih, Beyazıt yönüne belediye otobüsü ile hareket ediyorum, kafamdaki türlü sorularla… Yarım saatlik bir yolculuğun ardından otobüs Beyazıt, yönüne yaklaşıyor. Yaklaştıkça heyecanım daha da artıyor. Trafik sıkışık ancak Beyazıt, durağına yaklaştıkça daha da sıkışıyor adeta adım, adım ilerliyoruz. Bende bu sırada insanları ve etrafı izliyorum. Dikkatimi mimari yapısı ve asil duruşuyla Laleli Camii,( 1760-1763 yılları arasında Osmanlı padişahı III. Mustafa tarafından inşa ettirilmiş.) çekiyor. Gerçekten tarihe meydan okuyan bir görünümü var. Hayranlıkla seyrediyorum. İlerledikçe Etraftaki iş hanları ve dükkanlar da  Arapça, Rusça ve İngilizce yazılar hemen göze çarpıyor. Bunun nedeninin Beyazıt’ın tarihi yapısı nedeniyle turistlik bir yer olmasına bağlıyorum. Yol gidiş geliş olarak ikiye ayrılmış ve dar kaldırımlarda insanlar yola taşarcasına yürümeye çalışıyorlar. Yolu ortadan adeta ikiye ayıran Tramvay da hemen göze çarpıyor.

Nihayet Beyazıt’a varıyorum. Otobüsten inerken soğuk hava yüzüme çarpıyor irkiliyorum. Beyazıt da çok sayıda seyyar satıcı var. Hangisinden başlayacağımı bilemiyorum. Sadece yürüyorum yavaş ve ağır adımlarla, yürüyüşümde bir tuhaflık yok. Ayaklarım beynime değil, beynim ayaklarıma uyuyor sadece…

Beyazıt sokaklarını arşınlarken, kestane satan bir yaşlı amca gözüme takılıyor. Kendisiyle konuşmak istesem de Cumartesi günü olduğundan neredeyse bütün seyyar satıcılar gibi oda yoğun ve müşterisini bırakıp benimle ilgilenemeyeceği kanısına kapıldığımdan izlemekle yetiniyorum sadece bir umutla… Yaşlı amcanın yüzü yılların zorluklarını adeta üzerinde taşırcasına çizgi, çizgi olmuş, elleri buruş, buruş, kahverengi ceketi ve rengi belki zamanında beyaz olan ancak şimdiki haliyle krem rengini almış takkesiyle sanki bu devire ait değilmiş hissi uyandırıyor. Havanın soğuk ve Rüzgarlı olması nedeniyle sık, sık ellerini birbirlerine sürterek bir yandan ısınmaya çalışıyor, bir yandan da kestane fiyatlarını soran iki genç bayana cevap veriyor. Yaşlı Amca’nın hemen arkasındaki bir metrelik mesafedeki kaldırım  taşına oturmuş solmuş pardesüsü ve eski eşarbıyla hemen yanı başında oturan hareketlerinden eşi olduğunu tahmin ettiğim yaşlı Teyze Yüzünü buruştura, buruştura kucağındaki sefer tasını açmaya çalışıyor. İki bayanın gitmesini beklerken, Başı daha da kalabalıklaşan kestaneci amcayla konuşma fırsatı bulamadan oradan ayrılıyorum.

Merdivenlerden ağır, ağır çıkarak Beyazıt camiinin ( İstanbul'un Beyazıt semtinde Sultan II. Beyazıt tarafından yaptırılmış ünlü bir cami.) bulunduğu yere doğru ilerliyorum. İşte burası tamda seyyar satıcıların adeta üst üste tezgah açtıkları işportanın ve alışverişin merkezi diyebileceğimiz bir yer.

 Buradaki seyyar satıcıları dikkatle izliyorum. Hepsinin yüzünde farklı bir ifade var; sanırım bu yaşam mücadelesinin her insandaki farklı yansıması…

Eşarp satan bir seyyar satıcının yanına ilişiyorum hemen, birkaç sorum olduğunu usulca kendisine dillendiriyorum. Oda hafif bir tedirginlik ile kabul ediyor. Hemen lafa giriyorum.
‘ ’ Bu soğukta işportacılık yapmak zor olmuyor mu ? ‘’ Neden bir yerde çalışmıyorsunuz da işportacılık yapıyorsunuz ? ‘’
‘’ Valla ne bileyim işte, ben 45 yaşındayım bu saatten sonra ben ne iş yapayım. ’’
‘’ Peki, ağabey kaç senedir bu işi yapıyorsun. ‘’
‘’ On yıldır yapıyorum ‘’
‘’ Ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsun bu işi yaparken ‘’
‘’ Belediye gibi…’’
‘’Sizi burada rahatsız eden bir grup v.s var mı ? ‘’
‘’Yok…’’
‘’ Son zamanlarda işportacılık da gözle görülür bir artış var mı ? ’’
‘’ Azaldı eskiciler arttı, ikinci el satıyorlar meydan da ‘’
‘’ Burada sınırların açılmasıyla çok sayıda Suriyeli geldi. Onlarda bu işe el atıyorlar mı ? ‘’
‘’Yok ya… Senagalli zenciler bu işi yapıyorlar. Beyazıt da yüzde seksen onlar pazarda, yer bile bulamıyoruz.’’ (gülümsüyor)
‘’ Peki burada herkesin yeri belli mi ? Yerleşimi nasıl yapıyorsunuz ? Mesela sizin burada tezgahınız var. Ertesi günü başka biri buraya tezgah açabilir mi ? ‘’
‘’ Erken geliyoruz işte, sürekli geliyoruz, her zaman buradayız. Meydanda erken gelirsen yer bulursun yoksa bulamıyorsun. Şimdi doldu mesela biraz sonra yer bulunmaz. ‘’
‘’ Sigortanız bir sosyal güvenceniz var mı ? ’’
‘’ Yok şu an.. ‘’
‘’ Peki evli misiniz ? ’’
‘’ Evet ’’
‘’ Çocuk var mı? ‘’
‘’ Var ’’
‘’ Onların hiçbir sosyal güvencesi yok yani ‘’
‘’ Yeşil kart ‘’
‘’ Zor olmuyor mu bu şekilde peki ‘’
‘’ Zor oluyor da ne yapalım ? ‘’
‘’ Çocuklarınız okuyorlar mı ‘’
‘’ Okuyorlar ‘’
‘’ Kaça gidiyorlar ‘’
‘’ Hepside var işte… Üniversiteli var, Liseli var. Beş taneler ‘’
‘’ Allah bağışlasın ‘’

‘’ Bende Üniversite öğrencisiyim, Üniversite okumak ne yazık ki bir hayli masraflı nasıl bu şekilde okutuyorsunuz çocuğunuzu size yetiyor mu kazandığınız ? ‘’

‘’ Ben Malatya’dan geliyorum. Aslen çiftçiyim ben bir iki ay öyle takılıyorum. ‘’ diyor. Bende zaman ayırdığı için teşekkür edip ayrılıyorum, bu güzel insanın yanından…

Beyazıt’da ki keşfime devam ediyorum merakla… Yürümeye başlayınca fark ediyorum ki, Soğuktan ellerimin rengi kırmızıya dönmüş, ayaklarım buz kesmiş, yüzüm donmuş… Hava gerçekten soğuk… Ben sadece bu yazıyı yazmak için bir günlüğüne bu soğuk havaya maruz kalıyordum ama onlar…
Beyazıt’da ne ararsanız var. Formadan ayakkabıya, pantolondan süs eşyasına, şapkadan bereye, saatten parfüme, cüzdandan eşarba, çocuk oyuncaklarından montlara, bıçakdan ok ve yay’a kadar satılan çok çeşitli eşyalar göze çarpıyor.

Yine muhabbet edip, müşteri bekleyen üç dört kişi gözüme çarpıyor. Yanlarına gidiyorum ve başlıyorum konuşmaya…

‘’ Seyyar satıcılık yapmak zor olmuyor mu ? ‘’

‘’ Zor olmaz olur mu ? Soğukta duruyorsun bir, müşteri geliyor mu ? gelmiyor mu ? iki, bekle babam bekle bir gün iyi oluyor, bir gün kötü oluyor, iş bir gün oluyor bir gün olmuyor. ‘’
Başka bir arkadaş lafa giriyor.
‘’ Bir gün oluyor beş gün olmuyor.’’
‘’ Örneğini söylüyorum. O lafın gelişi bir gün oluyor on gün olmuyor. Zabıtalarla kovala babam kovalasın, yakaladı mı mallar gidiyor. ‘’
‘’ Rahatsız ediyorlar mı ‘’
‘’ Mallar gidiyor ‘’
‘’ Peki, ben birkaç arkadaşla da konuştum, Suriyelilerin ve Senegallilerinde bu işi yaptıklarını ancak onlara Zabıtaların karışmadığını söylediler. Bu ne kadar doğru ? ‘’
‘’ Kendi vatandaşına zulüm onlara kimse karışmıyor. ‘’
‘’ Kaç senedir yapıyorsunuz burada bu işi ? ‘’
‘’ Vallahi yirmi senedir buradayım ‘’
‘’Peki buradaki işportacılarda artma veya azalma görüyor musunuz son zamanlarda ?’’
‘’ Azalma zaten hiç yok ‘’
‘’ Sigortanız veya sağlık güvenceniz var mı ?’’
‘’ Yok… ’’
‘’ Peki, evli misiniz çocuk falan var mı ? ‘’
‘’ Var… Hepimiz acımızdan ölüyoruz. Akşam bekliyoruz ki bir ekmek götürelim beraber yiyelim. Bir çorba kaynasın. Suriye sınırını açmışlar onlara yardım ediyorlar ya biz. Rahmetlik Özal’da (Turgut ÖZAL,  Türkiye'nin 45. ve 46. dönem hükûmetlerin de Başbakanlık yapmış ve ardından sekizinci Cumhurbaşkanı seçilerek, görevi başında hayatını kaybetmiş olan Türk siyasetçisi ve devlet adamıdır.) göçmenlere kapıları açtı. Bak şimdi çarşının yarısı onların  ‘’

‘’ Biz vatandaşıyız, aç kalacağız… Otur ağabey rahatına bak…Bir çay söyleyeyim... ’’
Teşekkür edip yapmam gereken işlerimin olduğunu söyleyerek oradan ayrılıyorum.
Yoluma devam ederken el arabalarıyla Arnavut kaldırımlarından hızlıca giden ve bir takım eşyalar taşıyan insanlar gözüme çarpıyor ve insan sesleri arasında o el arabalarının çıkardığı ses adeta oranın bir fonu gibi vuruyor kulaklarıma…

Oda ne deminden beri neredeyse her konuştuğum işportacının, şikayetçi olduğu Zabıtalar geliyor, ufak bir araçla, birkaç kişiyi gözüne kestirmişcesine, pazarda çok fazla olmasa da bir hareketlilik baş gösteriyor, Ansızın…

Neyse ki bu hareketlilik fazla sürmüyor, Zabıtanın ayrılmasıyla…

Yine başka bir seyyar satıcının yanında alıyorum, soluğu mu…
Bazı işportacılar konuşmak istemiyorlar. Konuşmaya çalıştığım bir işportacı, ‘Ben bu işlerden anlamam git bak oradaki arkadaş konuşmayı sever. ‘’ diyerek. Topu başkasına atıyor.

‘’ Hangi arkadaş diye soruyorum ‘’
‘’ Lan Nazım, elini kaldır bakayım ‘’ diyor. Nazım elini kaldırıyor…
‘’ Bak işte o arkadaş diyor ‘’

Sanırım biraz önce gelen Zabıta sebebiyle Nazım, da o sırada bir arkadaşıyla birlikte içi telefonlarla dolu olan ve önü cam ile kapatılmış tahta kutuyu kaldırıp yerini değiştiriyor.
Bekliyorum…

Tekrar ilk konuştuğum arkadaşa bakarak.
İşportacı ‘’ Nazım arkadaşa yardımcı ol ‘’ diyor ve nihayet bende Nazım Bey’e yöneliyorum.
Soruları mı soruyorum…
Nazım Bey, bir karşıda dört, beş metrelik mesafede duran arkadaşına bakıyor, bir bana bakıyor şaşkın ifadelerle…

Sonun da Nazım Bey, ‘’ Ben anlamam ağabey ‘’ diyor ve arkadaşına bakıyor. Arkadaşı ise kıs kıs gülüyor. Teşekkür edip ayrılıyorum.

Artık saatin bir hayli geç olması ve soğuk hava yüzünden Beyazıt’dan ayrılmak için yürüyorum. Burada eski para, kitap, kartpostallar, anfi, teyp hatta masaj yağı bile bulmanız mümkün.
Kim bilir belki Beyazıt’ı Beyazıt yapan, tarihi geçmişinin yanında işportacılardır. Kimilerine göre turistlik yer, kimilerine göre manevi değerler taşıyan özel yer, kimilerine göre ekmek kapısı, kimilerine göre alışverişin merkezi, kimilerine göre yaşamın adresi…



Burhan SANUK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder